Ana Sayfa Kalemimden Animeler Kitaplar Mangalar Filmler Diziler Mimler

16 Ekim 2015 Cuma

ademâbâd

Fırsat buldukça yazdığım rpleri ve hikayeleri buraya koyacağımı evvelden bir kenara not etmiştim vaktinde. Şimdi bakıyorum da, üzerinden çok zaman geçmiş kelimelerimin, çok zaman geçmiş arda kalan günlerin... Oysa farkına varamıyor insan geleceği düşlerken yaşadığı anın, bir hayal olup kaybolurken zaman, kendinden geriye yalnız dudaklardan düşmeyen lafızlara mühürlü bergüzârları bırakıp çekip gidiyor sessizce. Bugün neredeyse tam geçen sene yazdığım bir yazıyı buldum, biraz hüzün, biraz özlemle doluşurken zihnimde mazinin boğuk melodisi; bir hayaletmişçesine kayboldu usulca. Yine de sevindim, nitekim o anın kırıntılarından geriye kalan yadigarların satırlarıma düşen yazgılar topluluğunun emanetiydi bana. Geçmiş günlerin beninden bir izlenim. Bir mektuptu bana. Bazen çok mutlu olmuştu geçmişteki ben, bazense tüm mutluluğunu bir yağmur damlasını çalan yaş alıp götürmüşse de yine de bırakmamıştı kelimelerini kalemiyle nakşetmekten. Şimdilerde biraz özlem var yüreğimde. Yanıtsız kalacağını bilerek sualimin, yine de nasıl diye sorarken buluyorum kendimi. Nasıl bu denli vakit bulabilyordun geçmişte ki ben? Nasıl bu denli fütursuz şen olabiliyordun; kelimelerine düşen, yağmur taneleri dahi olsa? 

Konudan sapmayı sevmiyorum, ama istemsizce yapmıyorum. Farkında olmadan saptırmışım lafızlarımı. Um... Rpden bahsediyorduk. Bu sefer ki rpmizin konusuna gelirsek, doğrusu benim ilk defa içimden gelip yazdığım bir rol oyunuydu. Elbette diğerlerini de içimden geldiği için yazmıştım lakin bu seferkini GM'nin verdiği bir görev rol oyunu olduğu için yazmadım, sadece o an yazmış olmak için yazmıştım. Belki de bu denli buraya koyma sebebim de odur.  Konusu demiştik;
yirmi dokuz yaşında, geçmişte ki en uç anısı sadece on üç yaşından itibariyle yetimhane günlerinde ki zamanı olan, şu ansa dedektiflik olarak Brooklyn'de görev yapmakta olan biridir Winifred Hennington.Rp'mizin konusu yine bir HP evreninde geçmektedir, ve Winifred'in geçmişine, yani hafızasını yitirmeden önceki hatıralarına ayna görevi tutup nasıl yitirdiğini anlatmaktadır. Yazarken oldukça keyif almıştım, dilerim siz de okurken keyif alırsınız. 

Anı dolu dolu en ahsen biçimde yaşayıp, maziye hoş günler bırakmak dileğiyle. -River.



İşte Böyle Biter Dünya
T.S. Eliot 


  • Bir varmış bir yokmuş idi zaman içerisinde silinerek dillerde yalnız serva olup anılan sözler, kıyıya vuran çakıl taşları gibiydiler, kendilerini alıp hiç bilmedikleri kıyıya sürükleyecekleri dalgayı beklerken yaşarlardı göz açıp kapayıncaya dek an içerisinde ki anılarını. Bir göz yummasından farksızdı bergüzârları; ne zaman kalkacağı bilinmezken bakışlara çekilen perdenin, ardından bakmadan sürdürürlerdi hayatlarını. Sonuçta kısaydı örümceğin nakşettiği ağlarmışçasına olan ömürleri, sorgulamadıkları gibi beklemezlerdi de kıyıya vuran dalganın vaktini zira er yâda geç kapılarının çalacaklarını bilerek seyrederlerdi ufkun ötesinde varlığını beyan eden demdebeli akıntının gelişini. Suskundu eyyan; mevsimler ölüp yeniden doğarken o; sonlandırmazdı neticesini, çevresini kuşatan yüzlerce çehre kaybolmaya mahkûmken kendi elleriyle alırdı bahâdar gayeleriyle özenle işlenmiş geleceklerini. Karanlığa boyanmış yüzü beydûdetliğe bakarken ebediyete mahkûm mesaisinde durmuş nefesiyle kıyıda bekleyişlerini sürdüren birbirinden farklı on binlerce ufak çakıl taşlarını ceffelkalem edercesine alıp götürürken akıntısıyla kayıtsız kalıp bakmaz, adardı etvâbidlerini. Behemehâl sonsuzluğun içinde yutmuşken sözcüklerini, terk etmezdi yanına aldığı varlıkların yadigârlarını. Mevtti suskunluğa gömülü bürhenin vurgunlarını işitmeyen varlığın adı, işitirken fenâpezîrliğin kıyısına vuran çakıl taşlarının seslerini, götürürdü peşinden hatıralarını.


Yeşerdi göğü kucaklayan kuru dallarda ahsenliğiyle fanilerin gözlerini füsûna boyayan yüzlerce renkten biri olup çıkarak, tabiatın cümbüşü arasında varlığının ufak ukdesini aşikâr edip, tek yürek olmuşçasına; birken bütünlüğe nail olarak hiçliğin arifesinden benliğini çeken huluskâra selam eden küçük yaprak. Aylar evvel bulunduğu konumda gözlerde görünmeyip andelîblerin şarkılarında hissedilmez varlığı, şimdilerdeyse kâinatı süslüyor güneşin sarı ışıltılarının her bir zerresini ısıtmasına müsaade edip esen meltemin dokunuşlarıyla tutunuyordu sıkıca, kendine yaşamı bahşeden dalın kenarında, gitmek istemiyordu kendinden bihaber koşuşturmaları altında ukdesinden varlığı nisyan olup çevresinde ki enfü-senin tükenmeyen adımlarının gölgesinde durmasına karşın. Biliyordu ki, ayrılsa yeniden bir hiç olup unutulacak, kuruyup göçecekti kendini kucaklayan baharın rüzgârında, bundan pes etmiyordu yaşamının nihayetinde neticesine ulaşıp zümrüdî parıltısının söndürecek olan yaprak kışın gelişine henüz vakit varken, güzelliğinin tükenip gitmesi için vakit tez, zaman çoktu rüzgârın davetkâr valsine kapılıp benliğinin savurarak hürlüğü tadarak enâniyyetini bekleyen yolcuya sarılması için. Er yâda geç zaten kavuşacaktı kendisini bekleyen sevdalıya, o halde neden acûlâne biçimde kopup giderek teslimiyetini sunacaktı ki yok oluşa? İri âbgûn renkli gözler nili perdeyi boydan boya örtüp yeşile boyayan ağacın dalına konan kuşa yönelmiş vaziyetteyken dinliyordu ufak kız kimselerin kelamlarını anlamayıp yalnız billur ezgilerine kapandığı canlının sesini, zaten bazı hususları anlamak gerekmezdi yalnız seyreder ve dinleyip sizi büyülemesine müsaade edip barındırdığı efsunun tadını çıkartırdınız yargısız biçimde, aklınızda oluşan sualleri def edip. Ruhunuz ayrılırken bulunduğu konumdan farkında olmadan kafeslere mukaffel edilişine tanıklık olur lakin endişe duymazdınız; bilirdiniz tasalarınızın zincirlerinden kurtulup her daim umarak göndermeye çalıştığınız boşluğa adımlarının yöneldiğini, bilirdiniz, hasretiyle kavuştuğunuz âsûdegînin geleceğini. Velâkin küçük kız için tüm bu düşünceler deryalarına kavuşmak üzere çırpınan gök kadar uzakken, eninde sonunda düşen yağmur taneleriyle sevdasına tutuştuğu göğün donuşlarının denize kavuşup bir bütün olup beraberliğe kavuşacağından emin olmasa da geçen seneler boyu bilecekti imkânsızlığın beşeriyetin dilinde düğümlenen küflü bir kelimeden ibaret olduğunu. Şu anda zihninden ırakken yetişkinlerin dünyasına sinen kavramlar, tek emin olduğu güneşin kayboluşuyla sinen karanlığın ebedi olmayışıydı. Yine de hüzünlüydü kollarını pencerenin pervazına dayayarak ufak çenesini avuçları arasına alıp düşler âleminin kapılarında kaybolan aklı. Hayal ederdi kimi vakitler, kendisine saniyeler evvelsi gelen olayın öncesi yaşananları ve yaşanacakları; sessinin tınısıyla huzuru yokluktan kopartan kadının andelîbleri kıskandıran ezgileri simasından düşmeyen mütebessimiyle sunduğu anları, hayal ederdi karanlığın kasvetli örtüsünün diyarını kuşatmayışını; berrak göğün maviliğinin bakışlarına değerek zihnine konuşunu. Çocukluğu çalınmış küçük bir kızın hayalleriydi bu; sıradan ve basitken yer edinmezdi efsunun kırpıntıları nede olsa aklının içinde varlığı ademâbâda gitmişken imkânsızı düşlemek başı başına birer füsûndu, kulakları âlem-i eşbâhın çanlarını işiten bendene. Önüne gelen bir tutam kızıl kıvırcık saç gökle bir gözlerine perde çekerken umursamamış, dinlemişti incecik dalda cambazmışçasına atik hareketlerle sektirerek yürüyen bülbülün seslenişini. Güneş sarımtırak rengini neredeyse tüketmiş, önüne gelen alacalı bulutların çektiği gölgeliğe sığınarak ışık oyunlarını yeryüzüne düşürerek yüzlerce devasa gölgeyi serbest bırakıp sahnelendirirken, gök; peygamber çiçeği maviliğini usul usul yitirmeye başlayarak artık nehâr vaktinin tükenip geceyle gündüzün köprüsünü kurarak araflıkta dolanan ikindi vaktinin ulaklığını yapmaya başlamıştı eli bağlı vaziyette. Yaşamın düşürdüğü yüzlerce maskenin ardında kalan çehrelerin sunduğu onlarca hissiyatı tatmışken kısacık hayatında Winifred, yaşayıp öğreneceği nice hususlar olduğunu bilerek içindeki umudu yarınlara terk edip düşlerdi bir bahar günü penceresinin kenarında göğün maviliğinin yeşile boyanmışçasına, ağacın arşa yükselen dallarının ahdar perde çekmesi misali semâyı hükmetti anlarda; düşlerdi varlığını sonlandırarak hiçliğe ulaşanları. Merak ederdi arafın büldânından yükselen nidaları, bir zamanlar olanlar nereye giderdi ve gidenler neden geri gelmezdi? Unuturlar mıydı eskileri? Mutlu olurlar mıydı şimdi ki konumlarından? Şayet öyle ise neden annesi de yanında onu da geriye dönerek elinden tutup yine yüzüne kondurduğu içten tebessümle peşinden götürmemişti, böyle olması gerekmez miydi? Neticede annesi onu daima severdi. Saçlarını tarayarak dudaklarından düşürdüğü melodileri adarken esirgemezken sevgisini beyan edip zibende ederken kelimelerine, mırıldanırdı genç kadın gülfam renkli dudaklarından peyda ettikleriyle. 'Kalbine gömme hislerini, bırak buluşsun dünyayla.' Eski bir şarkı timsali hayalet emsali yankılanırken fehâvi edemediği ekâvîl, bir an iri okyanus rengi bakışlarını odaya yönlendirip bakındı artık rüyasında işittiği kelamlarına sahibine. Heyhat; tek görebildiği boş odanın içinde sarı, turuncu ve mor renklerinin pembeyle mücadele etmek isteyip birlik olmuşçasına algun tonlu duvar kâğıdı üzerine gömülü olan desenlerden hüveydâ olup ben buradayım dedikleriydi. Gözleri, özlemini duyduğu kadının sözlerinde barındırdığı gibi ayın donuk parıltısına ulaşırken, dolmuştu özlemin getirileri olan kristali andıran minik damlalarla. Elinin tersiyle gözlerine yerleşmiş yaşları silerken akıp gitmesinden evvel, güçlü olması gerektiğini hissetti; olamadı zira o yalnız ailesinin kanatları altında durmak isteyip bir vakit değerini idrak edemediği hatırların tekerrürlüğünü sürdürmesini arzular dururdu şimdi. 

Yere düşen bir cam yüzlerce parçaya bölünüp, eyyanın hapsettiği mazide muntazamlığını sürdüren günlerini sona erdirip içinde tuttuğu amber tonlu sıvıyı. Aheste biçimde yakut ile safirin renklerine bezeli halıda yayılıp kaybolurken sıvı, duyduğu sesle irkilip odanın pirinç kaplı kapı tokmağını minik elleriyle kavradı endişeyle ufak kız. İçini kemiren merakın önüne geçemiyor, sonlanmasını diliyordu hazanesinde yetiştirdiği umudu beyhude çabalarla büyültmeye çalışarak. Oysa tüm ümitlerinin çiçek gibi yeşererek hayalleriyle filizlenmesi beklenmez miydi, şen kahkahaları arasında? Çevresinde ki çocuklar, zümrüdî renkte ki çimenlerde doyasıya oynarken, niçin son demini yaşayan güneşin tadını çıkarmaya çabalayarak tenin ısınmasına müsaade etmiyordu? Elini kapının soğuk tokmağından çekerken, teninde hissettiği soğukla irkilmiş, zihnin bilmek isteyip muammadan öte olmayan tesaülleri arasında boğulduğunu hissedip, terleyen avucunu üzerinde ki tozpembesi çiçekleri olan krem rengi kabarık etekli elbisesine silip mahcubiyetle dudağını kemirdi. Çünkü iyi kızlar asla üzerini kirletmezdi ama artık iyi bir kız olmaktan gittikçe uzaklaştığını hissediyordu cadı; yemeklerini tam saatinde yemiyor, arkadaşlarıyla oyunlar oynamıyor ve günün çoğunu odasında kitaplarına gömülerek geçiriyordu. Belki de bu aslında düşündüğü kadar kötü değildi, tabii yemek saatlerini kaçırması sayılmazsa, hem annesi daima onun kitap okumasını sevdiğini söyleyip çoğunlukla, annelerin yaptığı gibi kendisi okumaz küçük kızın heyecanla eline alıp seçtiği kitabın okumasını dinleyerek eşlik ederdi anlattığı öykülere. Bordo ile eflatun renklerinin ağırlıklı olduğu geniş yatağa kendini verip ufak avuçları arasında tuttuğu kitabı yatağın üzerine bırakırken bedeniyle beraber, sayfaları seri şekilde çevirip adarken bütün dünyasını rüyaymışçasına satırlara, endişelerini bastırmayı tercih edip her şeyin iyi olacağı yönünde mırıldanıp en iyi yaptığı şeyi yaptı mavi gözlerin sahibi, sıkıca kapatırken göz kapaklarını tüm içtenliğini sunup dilek tuttu henüz görünmeyen ahterlere. Pek düşünmemiş gökte furâğlığının zerreliğinin görünmeyen kandillerin gözükmeyişine, nihayetinde er yâda geç ortaya çıkacaktı leylin yaldızları. 

Çelik mavisi bakışları yerde duran parçalanmış cama yönelse de zamanın uğrayıp yaşlandırmaya ayna tuttuğu parmakları ulaşmamıştı, yapbozmuşçasına onlarca parçaya bölünüp bütünlüğünün noksanlığını gözlerden esirgemeyip, hâtırâzürdesini sembolize ediyormuşçasına yüzüne vuran ve de bakiliği tadan mevsimlerin dönemecinde hatırlatmaya da devam edecekmiş hissi uyandıran bir iken yüze bölünmüş, kırık kristal parçalara. Parmaklarını koyu kestane rengindeki kıvırcık saçlarına gömüp başını kederlice eğmişti, zamanı unutmayı tercihleyip, yüreğinde gezinen koru silkeleyip lekelerini yağmurun altında ıslatmayı hayal eden adam; çok sene geçmemişti anılarına bekçilik yaparak zihninden çıkmayıp kendisine bir şekilde ulaşmayı her seferinde başaran sevdasını yitireli. Çok mevsimler tükenmemişti, hatırlarının gönlünde mevkisini korumayı sürdürmekten vazgeçeli. Buna rağmen eskimezken yüreğindeki leke, ezeli mabedini terk etmeyip bakardı kendisine. Hâlbuki düşen bir yağmur tanesiymişçesine vedasını verip gitmesini arzularken düşüncelerinde yankılanan vaveylaları, o; terk etmezdi benliğinin parçası olan kırık nesneleri. Gümüşi, yaldızlı çerçeveli fotoğrafın camına düşerken yağmur tanesine dönüşen gözyaşı, kalın parmaklarıyla sildi anıları kirleten elemli damlayı. Yakışmıyordu ahsenliği buluşturup gönüllere asudeyi yayan günlere gözyaşı, adeta masebakta yatanları kirletmek uğruna düşen damlaya kısılan hiddetli bakışlarıyla bakarken mavi gözler, sonlandırdı saniyeler evvel durgun deryaları anımsatan bakışlarında bulunan sakinliği; fırtınalar kopuyordu Carl Hennington'ın okyanus mavisi gözlerinde. Hırçın dalgalar dibe çöktürmek istercesine götürürken asudeyi, ciğerlerine tütün kokusunun mesken ettiği havayı çekip söndürdü havada kıvrak dansıyla süzülerek dumanını savurmaya devam eden sigarasını. Hayır, bu kez yeniden yaşamayacaktı kederin dansını bu defa farklı olacaktı, melekü'l-mevt çalmadan kapılarını; ikinci defa yitirmek, ikinci defa kaybetmek istemiyordu adam. Kiraz ağacından yapılma masanın üzerine yığılan evraklar artık gözünde değersiz kâğıt parçalarından farksızca nimlahza ederken, aslında ezelden itibariyle öyle olduklarının farkına vardı. Tükenmişti bilinçsizce sevdiklerinin hayatlarını öne sürdüğü muharrerâtların ehemmiyeti, sanki alevleri arasında yutulup günden güne erimeye meyilli mummuşçasına sönerken aslını göstermiş, rahnüma eyleyip tâbende olmuşken sahihliğe artık bakışlarında bakanlığın kelamlarıyla bezeli satırlar suya düşen bir taşmışçasına çökmüştü dibe. Ne aydınlık, ne karanlık, hiçbiri umurunda değildi ruhleti ihtiyar, emektar seherbazın, ellerinin arasında duran fotoğrafta bir çift sima gülümsüyordu nilî perdeden yağmur timsali yağan renkli yağan hazan yapraklarının arasında. Saçları güzü çalan kadın dudağına kondurduğu sıcak gülümsemesiyle bakarken parlak kestane renkli bakışlarıyla, yanında ki adamda en az kadının mutluluğuna eş değer biçimde beşûşâneydi, kolunu ince beline sarıp bedenini kendisine çektiği an hissettiği tebessüm kadar sıcak tenin sahibine. Artık hissetmezken mütebessimi çehresinden solmayıp fotoğraflarda kalan kadının varlığını, elinde tuttuğu fotoğrafı özenle ait olduğu yere bırakarak yavaş yavaş kararan havanın düşürdüğü gölgelerde gizlenmesine teslim edip, bıraktı kararmaya adanmış aydın günleri. 

Ağır adımlarına eşlik eden düşünceler döner dolaşırdı aklının ucunda, bir ses çınlardı bazı zamanlar, işitmesini diler, seslenirdi artık boş gelen dünyanın içerisinden. Nedenlere sürüklenen günler kovarlar birbirlerini, sonlanmazken koşturmaları olmayan nefeslerinde, durmazdı ahirliğin saltanatının boyunduruğunun hükmünde; doğru yâda yanlışı benimsemiyordu çalkantılara vurgun, kaybetmeye yüz tutulup deryalar arasında boğulmaktan kurtarılmak isteyen zihni; bir umut istiyordu mavi gözlerin bekçisi, bir düş istiyordu; günden güne bağlanacağı ama elinden alınamayacağı gerçekleşmesi mümkün, hayallerden ırak bir düş. Sıkılmıştı beklemekten, sıkılmıştı belkilerin terazisinden; tereddütlere boyun eğmeyip kırarken zincirlerini, araladı pirinç kaplı beyaz kapıyı solgun suretine kondurduğu tebessümle sessizce. Ufak kız elinde tuttuğu kitabına kaptırsa da gözlerini, aralanan kapıyla o derin mavi gözlerini kopartarak satırlardan çevirdi adama. Sevdanın aynası olsaydı şayet, büyük ihtimal şu an ona baktığını dile getirirdi Carl Hennington, güz saçlı kadın yaşıyormuşçasına ruhunu yadigârlarıyla bırakmış gibiydi çocuğa; gibi değil bilakis öyleydi. Görebiliyordu seherbaz kızın gözlerindeki aynı ışıltıyı, gök mavisi bakışları mazinin ezgilerini çalıp yansımasını sunarak destâvîz sunulmuştu kadından adama. Parmakları asasının ucuna gitse de çekimserce, kızın yanına minik adımlarıyla koşup narçiçeğini çalan kızıl lüle saçlarını gövdesine gömercesine sarılmaya çabalamıştı, küçük kollarını iki yana olabildiğince açıp sevgisini göstermeye çalışan çocuk. Ellerini birbirine sarmaşık timsali dolanmış kızıl kıvırcık saçlarda gezdirirken, kendisine yönelen fîrûzefâm bakışlarda kaybolarak tıpkı artık bir çerçevenin içerisinde hapsolan fotoğrafta ki adamın içtenliğine bürünüp aynı samimiyetle bakarken çocuğa, bir an; eğilerek porselenimsi beyaz tenine bir buse kondurup, minik adımların heyecanla odanın sonunda ki kütüphaneye koşturmasını seyretmeye koyulmayı geçirse de aklından, parmakları arasında hissettiği asanın pütürlü yüzeyiyle anımsadı yapılması gerekeni. Gözlerinin yavaş yavaş dolduğunu hissederken kaybetme içgüdüsünün ağırlı cesaretine kamçılayıp, bir adım daha ileriye gitmesine müsaade etmiş doğrultmuştu efsuna bulanmış ince tahta parçasını. Şimdi yahut asla; geriye dönemezdi artık, kıyı kendisinden oldukça ıraktayken yapamazdı, yapmayı başarsa da kaybedeceğini kesinken, suya atılıp dalgalara kulaç atmak yalnız arşa merdiven dayamaktan farksızken, geri adım atamazdı. Beyaz pervazlı pencerenin dışında kalan görkemli ağacın dalında tutuna yeşil yaprak kopup giderken hürlüğe, feramuş eyledi kimliğine. Savrulup giderken göçebe ruhada, bakamadı geriye."Obliviate." Dudaklardan peyda olan güftârlar değinirken cadının zihnine, dolan bakışlarının önüne sine çeken adam, susturdu gönlünü; biliyordu ki kaybolmayacaktı Winifred, yeni bir sayfa açacak, rüyaya dalarcasına kapatacaktı gözlerini. Bir düşe merhaba demek gibiydi Winifred Hennington, bahar mevsimi kanat vurup renkli çiçekleri desenli kanatlarıyla süsleyen ahillâ emsali, güm-nâm gidip, unutacaktı geçmişini, unutacaktı geleceğini ve benliğini. Bir hiç olarak doğup, enâniyyetine adan isim kaybolurken biçimden biçme giren oyun hamuruymuşçasına, bir hiç olarak son verecekti belleğine. Yalnızca bir hiç.

-son-

2 yorum:

  1. Enfes bir yazı olmuş River-san! Her ne kadar sözcük dagarcigim bazı kelimeleri elinden kaçırsa da bu durum daha bile keyifli kıldı yazıyı ben ve kuzenim için. (O benden daha edebi bir kişiliktir hak yemeyeyim :)) Demem o ki blogger da yorum yazarken ayakta alkışlama gifi koymak mümkün olsaydı, o zaman bu yazının altında bu gife çokça rastlanmasi gerekirdi. Ellerinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Asıl sevinç naraları atan bir gif lazım bloggera. ^^ Sabah, sabah çehreme düşen tebessüm oldun Lydia-san. Bayram çocukları gibi sevinç nidası atasım geldi. Sana ve kuzenine ne denli teşekkür etsem yetersiz kalır, bu içten, hoş ve bir o denli samimi yorumun için. Gerçekten, her ikinize de ayrıyetten çok teşekkür ederim. Kimi anlar sözcükler yetersiz kalır, rüzgâra karşı yanan kandilin cılız ışıltıları arasında söner gider derler ya, şu an yorumun karşısında ne desem o kandilin ışığı gibi sönüp gidecekmiş gibi geliyor. O denli mutlu ettin ki beni satırlarınla anlatamam. Vaktinizi ayırıp okuduğunu için teşekkür ederim yeniden. :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Tasarım : Merve Canbaz